Fetava

Hicri Takvim
Miladi Takvim

Zekat ve Fitrenin Yetkili Kurum Tarafından Toplanması ve Harcanması

Zekat ve Fitrenin Yetkili Kurum Tarafından Toplanması ve Harcanması

1) Zekât ve Fitrenin Devlet veya Yetkili Kurum Tarafından Toplanması  

Öncelikle bu görevi şahsi olarak mı yerine getirelim, yoksa Kur’an ve sünnet doğrultusunda hareket eden, yetkili bir sosyal ve hayır kurumuna mı vekâlet verelim sorusuna cevap arayalım.  Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e zenginlerin mallarından zekât alması emredilmiş,[1] bu işlerde görevlilere “ve’l-âmilîne aleyhâ” (zekât tahsili işinde çalışanlar) ifadesi ile işaret edilmiş ve onlara bu görevlerine karşılık olmak üzere, zekât gelirlerinden pay ödenmesi gerektiği belirtilmiştir.[2]

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Onlara söyle, Allah mallarında zekâtı farz kıldı. Bu zekât zenginlerinden alınır ve fakirlerine verilir.”[3] diyerek Muâz b. Cebel (r.a.)’ı Yemen’e zekât toplamak üzere göndermesi de bu anlamda değerlendirilebilir.[4] Aynı manada başka hadisler de zekâtın gönüllü bir yardım olmadığının, tam aksine yetkili bir kurumun idare ettiği sosyal bir müessese olduğunun delilleridir.[5] Bu bakımdan İslam toplumlarında, zekâtı zengin bireylerden alıp hak sahiplerine dağıtma işini öteden beri devlet üstlenmiş ve böylece zekâtın toplanması ve dağıtılması kamu hukukunun bir parçası olmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söz ve uygulaması, Hulefâ-yi Râşidîn ve daha sonraki devirlerde izlenmiş, zekât tahsil ve dağıtım işi genellikle devlet memurları tarafından yapılmıştır. Hz. Osman (r.a.) döneminde bir süre yalnızca açık mallardan zorunlu zekât alınmış, para, altın, gümüş, ticaret eşyasını kapsayan gizli mallara ait zekâtın ödenmesi fertlere bırakılmıştır. Hanefîler de böyle bir yaklaşımı benimsemişlerdir.[6] Fakat bu durum Hz. Osman (r.a.)’ın kendi dönemiyle ilgili özel bir durumdur.  

Fukahânın çoğunluğuna göre devletin, zekâta tabi olan bütün malların zekâtlarının doğrudan kendisine verilmesini isteme ve zorla alma yetkisi vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve ilk halifelerin, ülkenin hemen her tarafına düzenli olarak zekât memurları göndermeleri, bunu asla ihmal etmemeleri de aynı hükmü desteklemektedir.

Bu konuda fukahânın çekimser davranmasında, kendi yaşadıkları dönemlerde devlet eliyle toplanan zekâtın yerinde harcanıp harcanmadığı yönündeki kanaatlerinin etkili olduğu açıktır. Emevîler devrinde devletin idarecilerinde bazı gayrimeşru davranışlar görülmesine rağmen sahabe, zekâtın yetkili kuruma verilmesi görüşünde ısrar etmişlerdir.[7] Sahabenin bu görüşü zekât ve fitrenin yetkili kuruma verilmesinde gördükleri faydadır denilebilir. Bu faydaları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz: 

2) Yetkili Kurumun Aracılığının Faydaları  

1. Din ve merhamet duyguları zayıflamış bazı kimseler, kendi hâllerine bırakılınca bu hakkı ödemeyebilirler.

2. Zekâttan pay alacakların, bu haklarını otorite olan kurumdan almaları, onların haysiyet ve şahsiyetinin incinmemesi bakımından daha uygundur.

3. Zekâtı kişilerin doğrudan fakirlere ödemesi hâlinde, bazı fakirler ihtiyacından fazla zekât alırken, bazıları bundan mahrum kalacaklardır.

4. Allah yolunda ve gönülleri kazanılacak olanlar gibi, bazı harcama yerlerini takdir etmek, şahsı aşan bir saha olmaktadır.[8]

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, asıl olan zekâtın yetkili bir kurum tarafından toplanması ve gereken yerlere harcanmasıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek, diğeri ise zekât bütçesini genel muhasebenin diğer bölümlerinden ayrı tutup özel olarak zekât ve fitre bütçesi oluşturmaktır.[9]

3) 1952 Şam Konferansı Kararları

1952 yılında Şam’da toplanan fıkıh âlimleri tarafından zekât konusu ele alınmış ve zekâtın yetkili kurum tarafından gizli-açık ayrımı yapılmadan toplanmasına aşağıdaki şekilde karar verilmiştir:

1. Zamanımızda Müslümanlar zekât ödemede ihmalkâr davranmaktadırlar. Bu itibarla Hz. Osman’ın gizli malların zekâtlarını ödemeleri hususunda verdiği vekâlet geçerliliğini kaybetmiştir. Asıl kurala dönülerek, zekât devlet tarafından toplanıp dağıtılmalıdır.

2. Günümüzde hemen hemen bütün mallar açık mal hâline gelmiştir. Ticarette tutulan değerlerle banka ve şirketlerdeki paraların tespiti ve belirlenmesi kolay ve mümkündür.

Bu sebeplerden dolayı gizli-açık ayırımı yapılmadan bütün malların zekâtı hükümetler tarafından oluşturulacak özel bir kurum tarafindan toplanıp hak sahiplerine, yani ayette öngörülen yerlere dağıtılmalıdır.[10] Çağdaş âlimlerimizden Reşit Rıza da, din âlimlerinden bir cemiyet kurulmasını ve zekâtın onlar tarafından düzenlenmesini ve yine onlar tarafından gerekli alanlara harcanmasını teklif etmiştir.[11]

Öte yandan, günümüzde zekâtın dağıtımının zenginle ihtiyaç sahibi arasında ikili ilişkiye ve zenginlerin kişisel tercihlerine bırakılmasının bir hayli olumsuz sonucunun bulunduğu da bilinmektedir. Toplumdaki zenginliğin hak sahiplerine dengeli ve adaletli bir şekilde ulaşabilmesi için, zekâtın toplanması ve dağıtımının sosyal bir organizasyonla gerçekleştirilmesinde, fon oluşturularak bir bilgi ve dağıtım ağı kurulmasında yarar bulunmaktadır. Bu yol, zekâtın anlam ve amacına uygun şekilde düzenli ve dengeli dağılımına büyük ölçüde hizmet edeceğinden günümüzde fevkalade önem kazanmıştır.[12]

Böyle bir kurumun bulunmadığı zamanlarda elbette şahıslar zekâtlarını kendileri eda edeceklerdir. Ancak çağımızda genellikle bu çalışmaları cemiyetler, vakıflar ve hayır kurumları ifa ediyorlar. Ve bu kurumlar görevlerini hakkıyla yapmaktadırlar.[13]

4) Zekât ve Fitrenin Dağıtım Usulü

Zekâtın, ilgili ayette[14] geçen ve yukarıda açıklanan sekiz sınıfa verilmesi gerektiği fakihler arasında genel kabul görmüş, fakat zekât gelirinin bu sekiz gruba nasıl dağıtılacağı, grupların payının eşit olmasının gerekip gerekmediği tartışmalı kalmıştır.

Şâfiîlere göre, toplanan zekâtın ayette belirtilen tüm sınıflara ve her sınıftan da en az üç kişiye pay edilmesi gerekir.[15] Cumhûrü’l-ulemâya (Hanefî, Mâlikî ve Hanbeli mezheplerine) göre ise, toplanan zekâtlar, bu sınıflar içinden bir sınıfa ve her sınıftan bir kişiye verilirse yeterli olur. Ancak Mâlikîler, durumu daha ağır olanın tercih edilmesinin mendup olduğu görüşündedirler.[16]

Ayrıca ayette sekiz grup insanın sayılması, bunların dışında kimseye zekât verilip verilemeyeceği tartışmasını da gündeme getirmiştir. Fakihlerin çoğunluğuna ve İslam hukukunun klasik doktrinine göre ayet, zekâtı kendine has nitelikleri bulunan özel bir hak/ödeme sayıp sadece bu sınıflara tahsis etmekte, diğer harcama alanlarını ve ihtiyaç sahiplerini ise başka tür tahsilatlara ve ödemelere bırakmaktadır. Bu nedenle bazı âlimler zekâtın bu sayılan alanların dışında bir yere harcanmasını caiz görmemektedir.

Bazı âlimler ise, sayılan sekiz sınıfın hemen hemen her toplumdaki acil ihtiyaç sahiplerini örneklendirmeyi amaçladığı sonucuna varmaktadır. Görüş ayrılığının temelinde, İslam toplumunda zekâtın anlam, amaç ve işlevinin ne olacağı konusundaki farklı düşünce ve yaklaşımlar yatmaktadır.[17]

5) Zekât ve Fitrenin Verileceği Yerler

İlgili ayette[18] ilk iki sınıf “el-fukarâ ve’l-mesâkîn” şeklinde geçer. Zekât verilecek kişileri belirtmek üzere öncelikle zikredilen bu iki terim, şüphesiz tabii ve zaruri ihtiyaçlarını temin edemeyecek olanları ifade etmektedir.[19] Ancak bu iki terimin aynı ayette, peş peşe zikredilmesini dikkate alan fakihler bu iki terimin ayrı iki sınıfı mı yoksa aynı sınıfı mı ifade ettiğini, hangi ihtiyaç derecelerini gösterdiklerini tartışmışlardır.[20] Bu iki sınıfı şöyle açıklayabiliriz:

1. Fakirler (El-Fukarâ)

Nisap miktarı malı olmayan muhtaç kimselerdir. Bunların temel ihtiyaç olarak evinin, ev eşyasının veya borcuna denk nakit parasının bulunması kendilerini fakirlikten çıkarmaz. Bir işte çalıştığı hâlde gelir düzeyi temel ihtiyaçlarını karşılamayan kimse de bu sınıfa girer.

2. Miskinler (El-Mesâkîn)

Hiçbir şeye sahip olmayıp yiyeceği ve giyeceği şeyler
için dilenmeye muhtaç olan yoksul kimselerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de miskin için,
“Yahut toprağa yapışmış miskin…”[21] ifadesinin kullanılması, miskinin son derece yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunduğuna delalet etmektedir. Miskinin kimi zaman kalacak yeri dahi bulunmaz.[22]

Burada şunu söylemek isteriz: Fakirlere yiyecek tedarik etmek, sığınacakları mekânlar temin etmek, eğitim ve öğretim imkânları sağlamak ve ilaç yardımı vb. imkânları sağlamak için kurulmuş olan vakıflara ve kuruluşlara “Allah yolunda” kısmı kapsamına girdiği için değil de, fakirlerin temsilcileri oldukları için zekât vermek caizdir. Bu kurumlara zekât vermek tıpkı fakirlere zekât vermek gibidir. Mesela yetimin velisine zekât verenin tıpkı yetime vermiş olması gibi.[23]

Bu iki sınıfa verilecek miktar; Şâfiî ve Hanbelîlere göre, ihtiyaçları ne ise o kadardır. Bunun belli bir ölçüsü yoktur ve ihtiyaç içerisindeki bu insanlara ne kadar yetecekse o kadar verilir. Çünkü zekât, böyle insanların ihtiyacının giderilmesi için farz kılınmıştır.

İmam Ebû Hanîfe, fakir ve miskinlere iki yüz dirhem olan nisap miktarından daha fazla verilmesinin caiz olduğunu kabul etmekle beraber, fazlalığın mekruh olduğuna hükmetmiştir.

İmam Mâlik ise, nisap miktarından fazlasının verilmesine cevaz verirken, bu miktarın bir senelik ihtiyacından fazlasını karşılaması gerektiği görüşü uygun bulmamıştır. Ona göre, fakirin de zenginleştirilmesi lazımdır, ama bu, birkaç senenin ihtiyacını karşılayacak bir miktarda olmamalıdır.[24]  

3. Zekât Tahsili İşlerinde Çalışanlar (El-Âmilîn)

Bunlar zekâtları toplamak için görevlendirilen memurlardır.[25] Zekât işlerinde çalışanlara verilecek olan miktar, çalışma karşılığında bir ücret gibidir. Bu çalışan kimse zengin de olsa ona bu fondan ücret verilir.[26]

İslam’ın ilk dönemlerindeki uygulamalardan anlaşıldığına göre zekât gelirlerini bir yere toplayan, muhafaza eden, hak sahiplerine dağıtan, hesap işlerini yürüten, tartan, ölçen, sayan ve zekât idaresinde çalışan memurların tamamı bu sınıfa girmektedir. Zekât memurunun adalet sahibi olması ve zekâtla ilgili hükümleri bilmesi şart koşulmuştur.[27]

Zekât memurlarının iki vazifeleri vardır: Zekâtı toplama ve dağıtma. Birincisi; kimlere, hangi mallardan, ne kadar zekât düştüğünü tespit etmek, bunları toplamak ve muhafaza etmek işlerini kapsar. İkincisi ise; zekât almaya hak kazananları en uygun metotlarla tespit, ihtiyaçlarını ve bunları karşılayacak miktarları takdir ve tevzi işlerini kapsar.[28]

Bugün camilerimizde görev yapan imamlarımız, bir nevi zekâtın toplanması için cemaati teşvik ettiklerinden zekât memuru sınıfından sayılabilirler ve imamların meslek içi eğitime tabi tutulması veya imamların ihtiyaca binaen maaşlarının desteklenmesi gibi harcamaların bu sınıftan yapılabilme imkânı vardır. Fukahânın ittifakı ile bu sınıfa, yaptıkları işin karşılığı neyi gerektiriyorsa o kadarının verilmesi caizdir.[29]

4. Kalpleri İslam’a Isındırılmak İstenenler (Müellefe-i Kulûb)

Bu grup; kalpleri kazanılmak, İslam’a ısındırılmak veya kötülüklerinden emin olunmak istenen yahut Müslümanlara faydalı olacakları umulan kişilerden oluşmaktadır.[30] Hz. Peygamber (s.a.v.) gerek zekât ve gerekse fey ve ganimet gibi diğer devlet gelirlerinden, kalpleri kazanılmak ve İslam’a ısındırılmak istenen kişilere pay vermiştir. Bunlardan bazılarına da bu fondan yararlanacaklarını gösteren belgeler vermişti. Bu belge sahipleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.)’a gelerek paylarını istediler; o da görüş almak üzere bu kişileri Hz. Ömer (r.a.)’a gönderdi. Hz. Ömer (r.a.) onlara, “Hz. Peygamber (s.a.v.), İslam’a ısındırmak için size zekâttan pay veriyordu. Bugün Allah dinini güçlendirmiştir. Müslüman kalırsanız kalırsınız, aksi hâlde sizinle harp ederiz.” dedi. Kaynaklarda Hz. Ömer’in bu içtihadı üzerine artık Hulefâ-yi Râşidîn devrinde kalpleri kazanılmak ve İslam’a ısındırılmak istenen kişiler sınıfından hiçbir kimseye pay ayrılmadığı, hatta bu konuda sahabe icmaı oluştuğu ileri sürülür.

Bu uygulamayı göz önünde bulunduran Hanefî ve Mâlikî fakihleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra kalpleri kazanılmak ve İslam’a ısındırılmak istenen kişilerin zekât gelirlerinden payının düştüğü görüşündedirler.[31] İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’in de prensip olarak bu görüşü savundukları, ancak İmam Şâfiî’nin Müslümanlar savaş gibi felaketlerle karşılaştıklarında kalpleri kazanılmak ve İslam’a ısındırılmak istenen kişiler fonuna yeniden işlerlik kazandırabileceği kanaatinde olduğu nakledilir.[32] 

Ancak bir Kur’an hükmünün Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra nesh ve lağvedildiği düşünülemez. Konu, Müslümanların böyle bir fon ayırmaya ihtiyaç duyup duymamasıyla alakalıdır. Müslümanların yanında yer almalarında büyük fayda görülen bazı gayrimüslim devletlere ve uluslararası etkin kuruluşlara zekât dışı gelirlerden yardım yapılabileceği gibi, İslam’ı duyurmak ve yaymak amacıyla yapılan her türlü tanıtım ve ikna faaliyetleri de bu fondan desteklenebilir. Aynı şekilde yeni Müslüman olanlara yardım edilerek onların ülkelerindeki Müslüman olmayanlara İslam sevdirilir.[33]

5. Köleler

Kölelikten kurtulmak, hürriyetini para ile satın almak isteyen kimselere de zekât verilir. Günümüzde devletler tarafından kölelik yasaklanıp kaldırıldığı için, bu sınıf da fiilen bulunmamaktadır.[34]

6. Borçlular

Bunlar fakir ve miskinler sınıfından ayrı olup, özellikle Allah yolundaki hizmetler için borçlanan kimselerdir. Toplumda ortaya çıkan anlaşmazlıkları gidermek, diyet tazminatı gibi ağır para cezasına çarptırılan kimselere yardım etmek için, zengin olduğu hâlde borçlanan kimselerdir. Böyle kimselere borçları kadar zekâttan yardım yapılabilir. Borçlular sınıfı, genel çerçevede Allah’a itaat yolunda borçlanan kimseleri kapsamakla beraber, geçimi için borçlanan kimseleri de içine alır.[35] Bu sınıfa verilecek miktar, ödenecek borç haram yoldan meydana gelmemişse, borçlunun borcu miktarında pay verilir. 

7. Allah Yolunda (Fî Sebîlillah)

Kelime anlamı “Allah yolunda” demek olan fî-sebîlillah’a dört mezhebe göre İslam’ın muhafazası ve tebliği için yapılan kıtal (cihat) kesin olarak dâhildir. Hanefîler dışında kalan üç mezhebe göre cihat için gerekli olan sur, köprü, barınak gibi yerler de bu sınıfa dâhildir.[36]

Şu hakikati belirtmek isteriz ki, İslam’ın ilk dönemlerinde ordunun silah ve mühimmat bakımından donatılıp teçhiz edilmesi işi genel bütçeden sağlanıyordu. Yoksa zekât mallarından bu ihtiyaç giderilmezdi. Ordunun silah ve masrafları, savaşlarda elde edilen ganimetler ve İslam devletinde zimmilerden alınan haraçlarla karşılanırdı. Zekât gelirleri de gönüllü mücahitlerin ihtiyaçlarına ve benzeri yerlere harcanırdı.[37]

“Fî sebîlillah”ın ikinci anlamı ise; Allah rızasına uygun ve O’na yaklaşmak için yapılan her türlü hayır iştir. Buna göre Allah rızasını gözeten, hayır ve taat niteliği bulunan işleri yapan kişi ve kurumlara zekât fonundan yardım yapılabilecektir.[38] İşte bu farklı anlam yüzünden, kimi fakihler yalnızca savaşa katılanlara veya hac[39] ve umre yapanlara, yahut ilim tahsil edenlere zekât verilebileceğini söylemişlerdir.[40]  

Fahreddin Râzî, mezkûr ayetin tefsirinde el-Kaffâl’den, bu mefhumu daha da genişleten ve bütün hayır müesseselerini buna dâhil eden bir görüş nakletmiştir. Bu görüşe göre, cenazelerin tekfini, sığınma ve savunma amaçlı kale yapımı ve camilerin inşası bile zekâttan yapılabilir.[41] İhtiyaç olduğu takdirde, Allah’a itaat ve içinde hayır olan bütün faaliyetlerin bu anlamda olduğunu Hanefîlerin önemli fakihlerinden Kâsâni de ifade etmiştir.[42] Bu görüşü İmamiyye ve Zeydiyye dışında Sıddık Hasan,[43] Kâsımî,[44] Şeltût[45] gibi zatlar da temsil etmişlerdir.

Yusuf el-Kardâvî, Kur’ani olarak bu terkibin kullanıldığı yerleri incelemiş ve haklı olarak cihat manasını tercih etmiştir, ancak cihatın yalnızca kıtale mahsus bulunmadığını, fikrî, terbiyevi, içtimai, siyasi çeşitleri bulunduğunu hadislere dayanarak ileri sürmüştür. Nitekim hadislerde haksızlar karşısında hakkı söylemeye cihat denmiş,[46] “Müşriklere karşı mal, can ve lisanınızla cihat edin.”[47] buyurulmuştur. Buna göre hedefi İslam’ın ihyası, İslam’a yönelen her nevi tehlikenin önlenmesi ve her nevi desteğin İslami çalışmalara verilmesi, fikrî, siyasi, iktisadi mücadele ve faaliyetler “Allah yolunda”dır; bu faaliyetlerin zekât bütçesinden payı vardır.[48]

Ona göre; Allah rızası için yapılan fikrî, eğitimle ilgili, sosyal, iktisadi ve siyasi çalışmalar maddi ve bedenî yardıma muhtaçtır. Bu nedenle günümüzde zekât gelirlerinin eğitim ve öğretim amacı güden alanlara harcanması daha uygundur. Bazı işler ve faaliyetler herhangi bir şehirde, herhangi bir zamanda ve herhangi bir durumda “Allah yolunda” sayılırken, diğer bir yerde ve zamanda sayılmayabilir.

Normal şartlarda okul yapmak, güzel bir iş ve gayret sayılırken “Allah yolunda” olarak değerlendirilemez. Şayet bu okullar sayesinde, Müslümanların tahrip edilen fikrî ve ahlaki yapıları korunacaksa bu “Allah yolunda” sayılır. Bu tür kurumlara zekât verilir.

Yıkıcı ve zararlı faaliyetlerde bulunan kütüphanelere karşı İslami içerikli kütüphaneler açmak “Allah yolunda” sayılabilir. Müslümanların sağlık problemlerinin halli için hastaneler inşa etmek de bazen “Allah yolunda” sayılır. Tabii ki fikrî ve kültürel amaçlı kuruluşlar daha önemli ve daha tesirlidir.

Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda uyanışa vesile
olacak İslam merkezlerinin kurulması, Müslüman gençleri İslam’a teşvik edecek ve ona yönelimlerini sağlayacaktır. Aynı zamanda bu tür kuruluşlar gençlerin dinsizliğe kaymalarını önleyecek ve zararlı fikir ve ahlak anlayışlarına kapılmalarına engel olacaktır. Tüm bunlar “Allah yoluna” dâhildir.

Zararlı yayınlara karşılık, hakkı ısrarla anlatmak, dini insanlara gerçek boyutlarıyla tebliğ etmek amacıyla gazete çıkarmak, “Allah yolunda” kapsamındadır.

İslam’ı güzel anlatan, onun cevherini ortaya çıkaran, eğitimdeki üstün niteliklerinden bahseden ve dinin hakikatlerini ortaya koyan yayınlar yapıp her alana dağıtmak “Allah yolunda” yapılan faaliyetlerdir.

Bu saydığımız alanlara da zekât paralarından harcama yapılması, Müslüman’ın zekâtını vermesi, hatta zekâtından da fazlasını vermesi gerekir. Çünkü asrımızda İslam’ın (Allah’tan gayrı) tek yardımcıları İslam davetçileridir.[49]

Görüldüğü üzere, “Allah yolunda olanlar” sınıfından maksat askerî savaş değildir. Bu anlamda, burslar, öğrenci yurtları, irşat faaliyetleri, eğitim kurumlarının eğitimsel faaliyetleri, tanıtma, irşat ve eğitim gibi kurumlar da bu sınıfa dâhil edilmek suretiyle zekâttan pay sahibi olabilirler. Din istişare kurullarının amaçlarını gerçekleştirmek üzere yapacağı çeşitli konulardaki mali yardımlar, yine zekâtın verileceği bu sınıftan desteklenebilir. İmam yetiştirme çalışmaları, imamların meslek içi eğitime tabi tutulması veya imamların ihtiyaca binaen maaşlarının desteklenmesi gibi, müstakil hizmetler de bu sınıftan desteklenebilir.

8. Yolcular (İbnu’s-Sebîl)

Rızık, ilim ve hac gibi maksatlarla İslam’da teşvik edilen seyahatin masrafları da göz önüne alınmış, bunun için ihtiyari yardım talebi yanında zekât gelirlerinden de pay ayrılmıştır.[50] Bu sınıfa verilecek miktar, onları varacağı yere kadar götürebilecek bir meblağdır.[51]

6) Zekâtın Vekil Aracılığı ile Eda Edilmesi

Zekâtın vekil aracılığı ile eda edilmesi de bir tartışma konusudur. Burada da imamlar arasında cevazında değil ama tatbikatı konusunda az da olsa görüş ayrılıkları vardır. Şöyle ki: Zekâtın vekil aracılığı ile ödenmesi ittifakla caizdir.[52]

Zekât, teslim edilirken sahibi tarafından niyet edilmiş olduğu hâlde, zekât kurumu verilen malın zekât olduğuna niyet etmese bile, zekât caiz olur. Vekâlet usulü ile zekâtını ödeyen bir zekât mükellefi, muayyen bir şahsa verilmesini şart koşmadığı sürece vekil elinde bulunan zekâtı dilediği gibi hak sahiplerine ulaştırır.

Muayyen şahıs ismi belirtilerek toplanacak zekât ve fitrelerin, -her ne kadar bazı fukahâca cevaz verilmiş olsa da- bir başkasına değil, tayin edilen şahsa verilecek şekilde teslim alınması ve yerine teslim edilmesi uygun olur.[53]


[1]   Tevbe suresi, 9:103. 

[2]   Tevbe suresi, 9:60.

 [3]   Buhârî, Zekât, 1; Müslim, İman, 29; Ebû Dâvûd, Zekât, 5; Nesâî, Zekât, 46; İbn Mâce, Zekât, 1.

[4]  Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, s. 646. 

[5]        Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 180. 

[6]        Erkal, “Zekât”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), I, s. 473.

[7]        Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 180-1; Nevevî, el-Mecmû’, VI, s. 162-4.

 [8]    Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 181; Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihâli, (İstanbul: İz Yayıncılık, 1995), III, s. 110.[9] Serahsî, el-Mebsût, III, s. 18; Kâsânî, el-Bedâyi’, II, s. 68; Döndüren, Kur’ân ve Sünnete Göre Güncel Fıkhî Meseleler, s. 165.

[10]        Erkal, “Zekât”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), I, s. 474. 

[11]        Kardâvî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, I, s. 321. 

[12]        Erkal, “Zekât”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), I, s. 491. 

[13]        Kardâvî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, VI, s. 31.

[14]       Tevbe suresi, 9:60.

[15]   İmam Nevevî, el-Mecmû’, VI, s. 167.

[16]   İmam Nevevî, el-Mecmû’, VI, s. 165.

[17]   Erkal, “Zekât”, I, s. 490-1.

[18]   Tevbe suresi, 9:60.

[19]        Erkal, “Zekât”, I, s. 478-9.

 [20]   Bkz. Erkal, “Zekât”, I, s. 478-9; Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 171; Nevevî, el-Mecmû’, VI, s. 191.

[21]         Beled suresı, 90:11.

[22]   Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, s. 647.

[23]   Kardâvî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, I, s. 317. 

[24]       Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu, III, Mesârifu’z-Zekât.

[25]   Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, s. 648.

[26]   Bk. Ebû Dâvûd, Zekât, 25.

[27]        Erkal, “Zekât”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), I, s. 482-3.

[28]   Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 172.

[29]   el-Kitâb ma’a’l-Lübâb, I, s. 155; eş-Şerhu’l-Kebîr, I, s. 495; Bidâyetü’l-Müctehid, I, s. 269; el-Mühezzeb, I, s. 171; Keşşâfu’l-Kanna’, II, 322; Reddu’l-Muhtâr, II, s. 81.

[30]   Bk. Nevevî, el-Mecmû’, VI, s. 196-198; Kardâvî, Fıkhu’z-Zekât, s. 595-596.

[31]   Kâsânî, el-Bedâyi’, II, s. 45.

[32]    Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 607; İbn Kudâme, el-Mugnî, s. III, s. 666. 

[33]    Erkal, “Zekât”, I, s. 483-4; Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 172-4; Kardâvî, Fıkhu’z-Zekât, s. 609; Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, s. 648.

[34]   Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, s. 649. 

[35]        Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 175-6. 

[36]       Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 176-7. 

[37]   Kardâvî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, I, s. 321. 

[38]       İbnu’l-Esir, en-Nihâye, II, s. 156; Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, s. 651. 

[39]   Bk. Ebû Dâvûd, Menâsik, 79; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu, II, s. 874.

[40]    Abdullahb. Mahmud el-Mavsilî, el-İhtiyâr li-Ta’lîli’l-Muhtâr, çev. Mehmet Keskin, (İstanbul: Hikmet Neşriyat, 2005), I, s. 119

[41]        er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, (Mısır: 1938), XVI, s. 115.

[42]  Kâsânî, Fıkhu’z-Zekât, çev. İbrahim Sarmış, (İstanbul: 1984), II, s. 45.

[43]   er-Ravzatü’n-Nediyye, s. 206. 

[44]   Mehâsinu’t-Te’vîl, VII, s. 3181.

[45]   el-İslâm akide ve şerî’a, s. 97. 

[46]   Ebû Dâvûd, Mehâlim, 18; Nesâî, Bey’at, 38.

 [47]   Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 13, 16; Ebû Dâvûd, Cihâd, 5, 38, Fiten, 13; Nesâî, Zekât, 49, Cihâd, 7.[48]   Kardâvî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, I, s. 655-669; Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 176-7.

[49]   Kardâvî, Çağdaş Meselelere Fetvalar, I, s. 321-2.

[50] Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 177.

[51]   Bidâyetü’l-Müctehid, I, s. 268 vd.

 [52]   Kâsânî, el-Bedâyi’, II, s. 40 vd.; ed-Dürrü’l-Muhtâr, II, s. 14 vd.; eş-Şerhu’s-Sagîr, I, s. 666 vd.; el-Mühezzeb, I, s. 168; el-Mugnî, II, s. 8, 63 vd.

[53]   Bahru’r-Râik, V, s. 447, Kınye’den nakille; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu, III, s. 319