Fetava

Hicri Takvim
Miladi Takvim

Sünnet ile Sabit Olan İhram Yasakları

 

1) Giyimle İlgili Yasaklar

İhramlıyken elbise giymeyi yasaklayan herhangi bir ayet yoktur. Bu yasak hadislere dayandırılmaktadır. Konu ile ilgili iki hadisten biri olan İbn Ömer (r.a.) rivayetine göre Medine’de, Hz. Peygamber’e ihramlı kimsenin neler giyeceği sorulmuş ve o da şöyle cevap vermiştir: “İhramlı bir kişi kamis, sarık, bürnus, seravil, vers veya za’ferân bulaşmış bir giysi giyemez.
Ayağına da huf giyemez. Ancak naleyn bulamazsa, hufların topuktan aşağı kısmını keserek giysin.”
[1] Hadisin Buhârî’deki rivayetinde ise “İhramlı kadın yüzünü örtmez ve eldiven de giymez.” ziyadesi yer alır.[2]

Diğer bir rivayette, “Resûlullah (s.a.v.) kadınları ihrama girdikleri vakit eldiven kullanmaktan, yüzlerini örtmekten, vers ve za’ferân değmiş elbise giymekten yasakladı ve bunlardan başka, hoşuna giden elbise çeşitlerinden safranla boyanmış, ipekli, ziynet, seravil, kamis veya mest giymelerine müsaade etmiştir.” denilmiştir.

Bu hadiste sual hususi olmakla beraber cevap umumi olarak verilmiştir. Zira cevap umumi olursa, sorulandan fazlasıyla cevap vermek caizdir. Usulcülerin “Cevabın suale mutabık olması icap eder.” sözündeki mutabakattan maksat, cevapta fazlalık olmaması değildir; ondan murat, cevabın sorulan hükmü ifade edici olmasıdır.

Konu ile ilgili İbn Abbas (r.a.) rivayeti ise, Hz. Peygamber’in hacda/Arafat’ta, müminlere yaptığı konuşmasıdır: “Resûlullah Arafat’ta iken: ‘Kim izâr (alt giysisi) bulamazsa seravil giysin (göbeği ve dizleri içine alan bacaklı giysi), kim de naleyn (sandalet) bulamazsa huf (ayak bileklerini örten kapalı ayakkabı) giysin.’ buyurmuştur.”[3]

Fakihler dikişli, boyalı ve kokulu elbise giyme yasağını yukarıdaki İbn Ömer hadisinden çıkarmışlardır. Ayrıca erkekler için beyaz renk ihram giyileceği kaydı olmamakla birlikte beyaz kefen rengi olarak tercih edilmektedir. Boyalı elbise yasaklı olduğuna göre kadınlar için de beyaz ya da beyaza yakın tabii renkli elbiselerin giyilmesi daha uygun olur. Şimdi konuyu müstakil başlıklar altında ele alacağız:

Dikişli Elbise Giyme

İbn Ömer (r.a.)’ın “İhramlı kimse aba, gömlek, pantolon, takke, mest giymez.” şeklinde rivayet ettiği hadiste zikredilen, “aba, gömlek ve pantolon” gibi giysilere bakarak, buradan “dikişli elbise giyme yasağı” kuralını çıkaran ilk fakihin tâbiînden İbrâhim en-Nehâî olduğu söylenir. Nehâî’nin ortaya attığı, fakat hadis kaynaklarında bulunmayan bu dikişli elbise giyme yasağı, mezhepler tarafından da kabullenilmiştir. Neticede bu yasak “asl” kabul edilerek, bunun hükmü diğer dikişli elbiselere kıyas yoluyla teşmil edilmiştir.

Gömleğe benzediği için, gömlekle ilgili yasak kapsamına ceketin de gireceği açıktır. Cübbe ve pardesü de uzun gömlek gibidir. Çünkü bunlar, bedene göre biçilir, vücuda oturacak şekilde dikilir. Ancak bu giysileri omuza almak, giymek değildir.

Dikişli olan bir giysinin mutlak olarak yasak sayılması, yamalı ihramların veya kenarları dikişli ihramların, hatta dikişli olması kaçınılmaz olan ayakkabıların dahi yasak kapsamına girdiği düşüncesi, hacılar arasında bazı tereddütlere sebebiyet vermektedir. Burada İbn Abbas (r.a.)’ın rivayetinin delil alınmaya daha uygun olduğu sonucuna varmaktayız. Çünkü onun rivayetinde “huffun topuklardan aşağısının kesilmesi” emri olmadığı gibi, “izâr bulamayanlara seravil giyme” izni de vardır. Esas olan da budur. Hz. Âişe’den bunu destekleyen rivayeti de aşağıda aktaracağız.

Tercih sebebimize gelince, İbn Ömer (r.a.)’ın rivayet ettiği hadis, Hz. Peygamber’e Medine’de iken, “İhramlı ne giymelidir?” sorusunun cevabı olarak verilmişken, İbn Abbas (r.a.)’ın rivayeti Hz.
Peygamber’e Veda Haccı’nda Arafat’ta iken Necidli bir grup hacı tarafından sorulan bir soru üzerine verdiği cevaptır. Konu ile ilgili en son hadis bu olduğuna göre, bununla amel etmek daha isabetli olacaktır.
[4] 

Bununla birlikte Hz. Muhammed (s.a.v.), İbn Abbas (r.a.) rivayeti ile bu konudaki son sözünü söylemiştir. Zaten ihramlıya giyinmeyi yasaklayan herhangi bir ayetin de olmaması, tercih ettiğimiz İbn Abbas (r.a.) rivayetini haklı çıkarmaktadır. Kalabalık ve izdihamlı ortamlarda, ihramlı kimsenin rahat hareket edebilmesi önemli bir husustur. Asıl olan da budur.

Diğer taraftan burada, yani Arafat’ta onu dinleyen sahâbî sayısı Medine’dekinden daha fazla olduğu için de, tercih edilmesi gerektir. Çünkü aynı hadisi İbn Abbas’ın dışında Amr b. Dinâr, Câbir, Şu’be b. Âmir, İbn Uyeyne, İbn Cüreyc, İsmâil b. Eyyûb, Süfyân ve Hüseyin de (r.anhum) rivayet etmişlerdir. Ayrıca bu konuda yasaklayıcı bir ayetin olmaması, büyük ihtimalle İbn Ömer (r.a.) hadisinin de mensuh olması ve özellikle de ihramlı kimsenin rahat elbise giymesi, ibadetin ifa edilebilmesini rahatlatacağından, bizce de bu görüş daha isabetlidir.

Araplar kaba avret yerlerini örten “tübban” adı verilen kısa iç don giyerlerdi. Tübban, ön ve arkayı örtecek nitelikte olan küçük giysiye denir ve iç don diye de söylenir. Kamus’ta, et-Tubbân, rummân vezninde galiz avret yerini örtecek küçük iç dona denir. Sirval ise bunun büyüğüne ve paçaları uzun olanına verilen addır. Hz. Âişe hevdecini taşıma hizmetinde bulunan ihramlı
kimselerin tübban giymesinde bir sakınca görmüyordu. Yine Hz. Âişe’den gelen bir rivayette ihramlı kişinin tübban giymesinin emredildiği görülmektedir.
[5]

İbn Ömer (r.a.)’ın rivayet ettiği hadisteki alt giyinme yasağının sadece sirvalla ilgili olduğu açık olduğundan tübban, bu yasak kapsamı dışında kalabilir. Çünkü “Müminlere de ki, gözlerini sakınsınlar ve avret mahallerini muhafaza etsinler…”[6] ayetindeki “…avret mahallerini muhafaza etsinler…” mutlak emrinden ihramlı kimsenin avret mahallinden ön, arka ve yakın çevresini tübbanla örtebileceği hükmü çıkarılabilir. Bu durumda Hz. Âişe’nin ihramlının tübban giyme konusundaki bu emrine uymak gerekir. Özellikle erkeklerin günlük hayatlarında izâr (peştamal) kullanmaları giyim açısından birçok zorluk taşımaktadır. Hacda özellikle yaşlıların izdihama dayalı sürtünmelerden korunmaları mümkün olmamaktadır.

Hanefî fakihlerinden Serahsî başta olmak üzere birçok âlim, ihramlı iken kaftan, gömlek, şalvar ve sarık giyme konusunda, İbn Ömer (r.a.)’dan nakledilen yukarıdaki hadisi delil getirerek, ihramlının gömlek, şalvar veya sarık giymelerinin yasak kapsamında olduğu görüşündedirler. İhramlı kimse, şalvarı izâr gibi beline alsa veya gömleği ridâ gibi sırtına alsa yahut gömleği başına dolasa hiçbir şey gerekmez. Çünkü herhangi bir işle uğraşırken şalvarı ya da gömleği anlatılan şekilde korumakta zorlanacağından ve giyinme amacıyla olmadığından, dikişli elbise giymiş sayılmaz. 

Ancak yukarıda anlatılan durumu, giyinme amacıyla yaparsa tam bir ihram suçu sayılır. İnsanlar arasındaki örfe göre özel olarak giyinme tam bir gün süreyle devam eder. Çünkü kişi sabahleyin elbiselerini giyer ve bunları geceye kadar çıkarmaz. Bir gün süreyle elbise giyerse normal elbiseden yararlanma nedeniyle, ihram suçu tam anlamıyla oluşmuş olur.

Ancak Ebû Hanîfe’ye göre, bir kimse gece olmadan, evine dönüp dışarı çıkarken giydiği elbiselerini çıkarabilir. Bu durumda günün çoğunda genellikle giydiği normal elbiseden yararlanma durumu meydana gelmiş olur. Günün çoğunluğu ise, tamamı hükmündedir.[7]

Şâfiîler ise nalın bulamayan kimsenin huffu kesmeden giyebileceği görüşündedirler. Hz. Peygamber, “Nalın bulamayan hufların aşık kemiğinin alt kısmını keserek giyer.” dediği hâlde “İhram bulamayan elbisesini keser.” dememiştir. Aslında ihram bulamayan kişi ile nalın bulamayan kişinin durumu aynıdır. Bu sebeple ihram bulamayan kişi de normal elbisesini kesmez ve o şekilde giyer. İhram buluncaya kadar elbise giymeye devam eder ya da üst kısmı aşık kemiklerinin altında olan ayakkabıyı buluncaya kadar mest giymeye devam eder, demişlerdir.[8]

Boyalı ve Kokulu Elbise Giyme

Yukarıda isimleri geçen yasak giysilere ilave olarak ihramlı iken, vers (alaçehre) ve zâ’ferân (safran) ile kokulanmış, sarıya boyanmış elbise de giyilmez. Bu konuda Resûlullah şöyle buyurmuştur: “İhramlı, za’ferân veya versle kokulanmış elbise giyinmez.”[9] Ancak bir kimse güzel kokulu ihramını yıkadığı hâlde kokusu gitmemişse, onu tekrar giyebilir. Çünkü yasaklanan, kokunun rengi değil kendisidir.

Bu konuyu açıklamak için Ömer (r.a.)’ın şu uygulamasını aktarmak gereklidir. 

“Ömer (r.a.), Talha b. Ubeydullah’ı (r.a.) ihramlı iken boyalı bir elbise giydiğini görmüş, bunu uyarmak için sopasını kaldırmıştı. Talha  ‘Acele etme ey Müminlerin Emîri! O kırmızı topraktan imal edilen bir renktir. Bunun kokusu kalıcıdır, uzun süre çıkmaz.’ dedi. Halife Ömer ise şöyle karşılık verdi: ‘Evet, dediğin doğrudur. Fakat sana uzaktan bakan kimse bunu bilemez. Kabilesine döner ve ben Talha’nın üzerinde boyalı bir ihram gördüm, der. İnsanlar da bu nedenle seni ayıplarlar.”[10]

İbnü’l-Münzir, kadınların ihramlı iken günlük giysilerini giyebileceğini fakat vers veya za’ferân sürülmüş giysi giyme yasağı konusunda erkeklerle aynı hükme tabi oldukları konusunda icma bulunduğunu belirtmektedir.

Vers ve za’ferân o devrin boya ve koku maddeleridir. Yukarıdaki hadisten bunlar dışında kalan maddelerle boyanmış elbiselerin giyilebileceği anlaşılmaktadır. Nitekim İbn Ömer (r.a.)’dan şöyle bir hadis de bulunmaktadır:

“Resûlullah (s.a.v.) kadınları ihrama girdikleri vakit eldiven kullanmaktan, yüzlerini örtmekten ve vers ve za’ferân değmiş elbise giymekten yasakladı ve ‘Bunlardan başka hoşuna giden elbise çeşitlerinden aspurla (yalancı safran) boyanmış veya ipekli veya ziynet veya şalvar veya kamis veya mest giysin.’ dedi.”[11]

Kadınların elbiselerinin rengi konusunda da herhangi bir yasak gelmemiştir. Yukarıdaki hadiste yer alan yasak, safran bulaşmış veya safranla boyanmış elbiseyi giymekle alakalıdır. Yani safrandan kaynaklanmayan renkli bir elbise giymekte bir sakınca olmaz. Hanımların dikkat edecekleri nokta giyecekleri elbiselerin dikkat çekici olmamasıdır. Bu sağlandıktan sonra rengin önemi yoktur.

Fakihler arasında, Hz. Peygamber’in bunları zikretmekle, -ne kadar hafif bile olsa- ihramlıya, her çeşit kokuyu yasaklamış olduğunda tam bir icma mevcuttur. Şâfiîler daha da ileri giderek, kıyasen za’ferân kokan şeyin yenmesinin de yasak olduğuna hükmetmişse de, Hanefîler yasağın giymek ve sürünmekle ilgili olduğunu, bunları yemenin, giymek ve sürünmek sayılamayacağını belirterek, Şâfiîlerin bu hükmünü reddetmişlerdir.

Hanefîlere göre boyalı bir elbise yıkanıp silindiği hâlde izi kaybolmamışsa ihramda bu elbiseyi giymekte bir sakınca yoktur. Şâfiî’ye göre, ıslanınca koku salan elbise ihram olamaz. Asıl olan, lekenin yıkanınca çıkmasa bile koku salmamasıdır. Kokusuz olduğu takdirde giyilmesinde sakınca yoktur.

Peçe ve Eldiven Giyme

Peçe ve eldiven giyme yasağı, bir önceki başlık altında incelenebileceği gibi kendileri birer elbise olmadıkları için müstakil başlık altında incelenmeleri daha uygun olur. 

Peçe özellikle Arap kadınlarının kullandığı bir örtü olup, daha çok Arap yarımadasında kullanılmaktadır. Bu tür örtünme artık pek yaygın olmasa da ihram yasakları açısından kısaca değinmekte fayda mülahaza etmekteyiz. Peçe ve eldiven ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den şöyle bir rivayet gelmiştir: “İhramlı kadın yüzünü örtemez, eldiven de giyemez.”[12]

Bu hadise istinaden Hanefîler, ihramlı kadının yüzünü örtmesinin yasak olduğunu söylemişlerdir. Diğer taraftan Serahsî ise el-Mebsût adlı eserinde aşağıda gelecek olan Hz. Âişe hadisini delil göstererek ihramlı kadınının yüzünü örtmesinin mekruh olduğunu ifade etmiştir. [13]Genel olarak ellerin örtülmesi de haram kabul edilmekle birlikte bu hususta bazı ihtilaflar olmuştur. Eldiven giyme yasağının kadınlarla ilgili olduğu ifade edilmekle birlikte, bunun erkekleri de kapsadığına hükmedilmiştir.[14]

Ancak Mâlikîler ve Hanbelîler aşağıdaki hadisi delil göstererek ihramlı olan kadının, fitne ihtimaline karşın yabancı erkeklerin olduğu yerde yüzlerini peçe ile kapatabileceğine kani olmuşlardır.[15]

Hz. Âişe şöyle der: “Biz (kadınlar) ihramlı olarak Resûlullah (s.a.v.) ile beraber iken, binekliler bize uğrardı. Onlar tam hizamıza gelince, her birimiz cilbanını başından yüzünün üzerine sarkıtıverirdi. Bizi geçtiler mi tekrar onu kaldırırdık.”[16]

Fakat bu hadis hakkında, el-Münzirî; Şu’be, Yahya b. Said el-Kattan ve Yahya b. Main’in; “Mücahid, Âişe (r.a.)’dan hadis işitmemiştir.” sözleri ile ve Ebû Hatim er-Râzî’nin “Mücahid’in Âişe (r.a.)’dan bu rivayeti mürseldir.” sözünü nakleder.[17]

İhramlı erkeğin başını ve yüzünü örtmesinin hükmü konusunda Hanefîler ile Şâfiîler arasında görüş ayrılığı söz konusudur.

Şâfiî’nin görüşüne göre ihramlı erkek başını örtemez. Ama yüzünü örtmesinin zararı yoktur. Kadın ise ihramlı iken başını örter, ancak yüzünü örtemez. Şâfiîler bu görüşünü şu hadise dayandırmışlardır.   “Erkeğin ihramı başında, kadının ihramı ise yüzündedir.”[18] 

Hanefîlere göre ise ihramlı kadının yüzünü, erkeğin ise başını ve yüzünü örtmesi yasaktır. Onlar görüşlerini şu rivayete dayandırırlar: İhramlı iken Cerdan çukurunda devesinden düşüp ölen bir bedevi ile ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Onun başını ve yüzünü örtmeyin!.”[19]

Hanefîler, ihramlıyken gözünden rahatsız olan Hz. Osman’a Hz. Peygamber’in yüzünü örtmesine müsaade vermesini[20] de delil olarak kullanmaktadırlar. Onlara göre bu izin zaruretten dolayı verilmiştir. Normal durumda ihramlının yüzünü örtemeyeceğine delil saymışlardır.

Hanefîlere göre, ihramlı kimse yüzünü bir gün boyunca örterse aynı şekilde bir ceza kurbanı gerekir. Dolayısıyla, Şâfiî’nin görüşünden farklı olarak, Hanefîlere göre, ihramlı erkek yüzünü de başını da örtemez.[21]

Ebû Yusuf’tan rivayet edildiğine göre, ihramlı erkek, başının çoğunu örterse ceza kurbanı gerekir. Başının bir kısmını örterse sadaka gerekir. Çünkü başın bir kısmının örtülmesiyle tam ihram suçu oluşmaz. İhramlı kadın ise, yüzü dışında bedeninin her yerini örter. Güzel koku sürülmüş elbise dışında, dikişli veya dikişsiz her çeşit elbise giyebilir.[22]

Sonuç olarak ihramlı kimse takke vs. giyemez yani başını örtemez. Ancak şemsiye, bina gölgeliği, arabanın, evin ve çadırın örtüsü altına girmesinde bir yasak yoktur. Çünkü Nemire mevkiinde Hz. Peygamber’in içinde dinleneceği bir çadır kurulmuştur.[23] Bu da gösteriyor ki ihramlı kimsenin çadırda kalmasında bir sakınca yoktur. Yine Hz. Peygamber Akabe cemresini taşlarken sahabeden Bilal ve Usame’den biri devesini tutarken diğeri de elbisesini Hz. Peygamber’e gölgelik yapmıştır.[24] Bu da gösteriyor ki ihramlı bir kimse gölgelik için şemsiye vb. şeylerden istifade etmesinde bir sakınca yoktur.

Bu konuda Şia’ya göre ise, şayet kişi güneşe dayanamayacaksa veya hasta ise bu takdirde gölgelenmesinde bir sakınca yoktur. Aksi takdirde ihramlı kimsenin gölgelenmesi uygun değildir.[25]

1) Ayakkabı Giyme

İhram yasaklarından biri de ayakkabı giyme yasağıdır. Bu yasak da sadece hadislerle belirlenmiştir. Bu yasağı bildiren hadisin iki farklı rivayeti bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, İbn Ömer (r.a.) rivayetidir ki bu, Hz. Peygamber Medine’de iken kendisine sorulan soruya verdiği cevaptan ibarettir. Diğeri ise Hz. Peygamber’in bizzat hac esnasında kendisine sorulan soruya verdiği cevaptır. Bunu da İbn Abbas (r.a.) rivayet etmiştir. Bu iki rivayete de yer vermek istiyoruz:

İbn Ömer (r.a.) hadisine göre, Medine’de iken kendisine. “İhramlı ne giymelidir?” sorusuna karşılık,  Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: “İhramlı erkek; aba, gömlek, pantolon, takke, huf (ayak bileklerini örten kapalı ayakkabı) giymez. Ancak ayakkabı bulamayan huflarını, ayak bileklerinin aşağısında kalacak şekilde kessin ve giysin. İhramlı kadın da yüzünü örtmez.”[26]

Kimi âlimler bu hadise dayanarak ihramlıya huf giymeyi yasaklamışlar, ayak bileklerini açıkta bırakan ayakkabıların giyilmesi gerektiğine hükmetmişlerdir. Ancak buna benzer ayakkabı bulamayanlara, topukları kapayacak kısımların kesilmesi şartıyla huffeyn giymeye izin vermişlerdir.

Bu hadisi delil alan Hanefî âlimlere göre, ihramlı kişi sandalet bulamayıp huf giyerse ceza vermesi gerekir. İbn Abbas (r.a.)’dan rivayet edilen “Ayakkabı bulamayan huf giysin.” hadisini zaruret hâli olarak değerlendirmişlerdir. Nasıl ki başındaki rahatsızlıktan dolayı saçını kestiren ihramlı kişinin (Ka’b b. Ucre’nin olayında olduğu gibi) ceza vermesi gerekiyorsa, sandalet bulamayan kişi de huf giyer ve cezasını da verir demişlerdir.

Cumhur ise İbn Abbas (r.a.)’ın rivayet ettiği hadisi delil göstererek mazeret durumunda huffun arkası kesilmek şartıyla giyilebileceğini ve bir ceza gerekmeyeceğini bildirmişlerdir. Bu görüşü destekleyen Şâfiî, Mâlik, Dâvûd ez-Zahirî bunun Halife Ömer b. Hattab ve oğlu Abdullah, Urve (r.anhum) ve en-Nehâî’den rivayet edildiğini bildirmişlerdir.

Ancak Ahmed b. Hanbel huffun kesilmeksizin de giyilebileceğini Atâ ve Said b. Salim el-Kaddâh’ın da rivayet ettiğini, ayrıca İbn Abbas rivayetine dayanarak huffun kesilmesinin gerekmeyeceğini bildirmiştir.[27]

Hz. Peygamber’in Veda Haccı’nı yaparken Arafat’ta kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabı aktaran İbn Abbas’ın konu ile ilgili rivayeti şöyledir: “Ayakkabı bulamayan huf giysin.”[28]

Bu hadise dayanan Ahmed b. Hanbel, ayakkabı kesilmeden giyilebilir demiştir. Hatta İbn Kûdâme, İbn Abbas ve Câbir’den rivayet edilen hadise ilave olarak Hz. Ali’nin da huffun kesilmesinin fesadına yani bozulmasına sebebiyet vereceğinden hoş görmediğini, dolayısıyla kesilmeden giyilmesinin gerektiğini bildirmektedir.

Ayrıca, Safiyye binti Ebî Ubeyd’in, Hz. Âişe validemizin “Hz. Peygamber’in ihramlıya huffu kesmeden giymesi hususunda ruhsat verdi.” rivayetini İbn Ömer (r.a.)’a söylediğinde onun da huffun kesilmesi görüşünden döndüğünü aktarmaktadır. Buna ilave olarak da Abdurrahman b. Avf (r.a.)’ın huffeyn ile tavaf yaptığını ve Ömer (r.a.)’ın kendisine “Ayakkabın varken neden huffeyn ile tavaf yapıyorsun?” dediğinde Abdurrahman b. Avf (r.a.), “Hufları senden daha hayırlısının yani, Resûlullah (s.a.v.)’in yanında giydim.” diye cevap vermiştir. Bütün bu anlatılanlardan sandalet (na’l) olsa bile huffun giyilebileceği anlaşılmaktadır. Zaten yukarıda açıkladığımız gibi İbn Ömer (r.a.) da fetvasından döndüğüne göre, o görüşün mensuh olduğu anlaşılmaktadır.[29] Bir kısım Şâfiî bilginleri ile Hanefîler de bunun caiz olduğunu belirtmişlerdir.  

Genel kanaate göre “ayakkabı bulamamaktan” maksat “teminine muktedir olamamak”tır. Bu da, ya onun mevcut olmayışından veya kişinin satın almaya güç yetiremeyişinden hasıl olur. Ayakkabı rayiç bedelin üzerinde bir fiyatla satılıyorsa kişinin onu satın alması gerekmez. Keza hibe edilecek olsa kabul etmeyebilir. İare/ödünç ise almalıdır.[30] Ancak ayakkabı bulamadığı için huf giyen kimseye, Şâfiîlere göre fidye ödemek gerekmez. Hanefîlere göre gerekir.[31]

Âlimlerin çoğunluğu, ayakkabı giyme hâlinde ayakkabıyı ayağa tutturacak kadar bir bağ haricinde kalan kısımların kesilerek ayağın sırtı ve topukların açılmasını şart koşmuşlardır. İbn Abbas (r.a.) ve Ahmed b. Hanbel ise yukarıda zikrettiğimiz rivayete dayanarak, ayakkabıların kesilmeden de giyilmesini caiz görmüşlerdir. 

 

2) Koku Sürünme 

İhrama girdikten sonra misk, amber, kâfur vs. gibi güzel kokuları vücuda ve ihrama sürmek yasaktır. Cumhura göre bu yasağın gerekçesi tereffühtür (süslenme/rahatlama).[32] Ayrıca ihramlı kimsenin; vücuduna, yatılacak yere, ihram örtüsüne, saç ve sakalına koku sürmesi, parfüm, sprey kullanması, fakihlere göre cezayı gerektirir.[33] Buna delil olarak Hz. Peygamber’in Cirane’de iken üzerine bol koku sürünmüş ve cübbe giyinmiş olan bir adamın durumu hakkında Ya’lâ b. Ümeyye’nin şu rivayetidir: “Bedenine sürdüğün kokuyu üç kez yıka. Üzerindeki cübbeyi çıkar. Sonra da hac ibadetinde yaptığını umrede de yap.” Mâlikîler bu hadisi delil olarak ileri sürerler ve gusülden önce ve sonra eseri kalan bir koku kullanmanın da mekruh olduğunu söylerler.[34]

Mâlikîler kokuyu dişi ve erkek (müennes ve müzekker) olarak iki kısma ayırırlar. Birincisi, kokusu hissedilip rengi kalıcı olmayan yasemin, reyhan, gül, menekşe ve benzeri gibi olan kokulardır. İkincisi ise kokusu hissedilip rengi kalıcı olan misk, vers, za’ferân, kâfur, amber, ûd ve benzeri gibi olanlardır. Bunlardan birincisinin koklanması ve kullanılması mekruh olup fidye gerektirmez. İkincisinin kullanılması veya dokunulması kokusu hissedilsin ya da hissedilmesin, eseri kalsın ya da kalmasın mekruh olup fidye gerektirir.

Hanefî ve Hanbelîlere göre de, elbiseye koku sürmek caiz değildir. Şâfiîler ise elbise konusunda aksi görüştedir. Şâfiîlerin delilleri şunlardır:

Hz. Âişe şöyle demiştir: “Ben Resûlullah (s.a.v.)’e ihrama girerken bulabildiğim en güzel kokuyu sürerdim.”[35]

Hz. Âişe’den diğer bir rivayet de şöyledir: “Allah’ın Elçisi telbiye getirirken saçlarının arasında misk parıltısını görüyor gibiyim.”[36]

Diğer bir rivayette ise şu ifadeler yer alır: “Resûlullah (s.a.v.) ihrama gireceği zaman bulabildiği en güzel kokuyu kullanırdı. Sonra kokunun parıltısını başında ve sakalında görürdüm.”[37] Bu ifadeler kokunun ihramdan sonra devam etmesinin yasak olmadığını göstermektedir. Bu olay Veda Haccı sırasında cereyan etmiştir. Şayet sakıncalı olsaydı Resûlullah buna müsaade etmezdi. Şu hâlde ihramdan önce güzel koku sürünmek caizdir. Çünkü kokulu cübbe sahibi ile ilgili olay sekizinci yılda, Huneyn Savaşı’nın gerçekleştiği yıl Cirane’de cereyan etmiştir. Hz. Âişe hadisi ise onuncu yılda, Veda Haccı’nda cereyan etmiştir. Böylece, bu son durum birinci olayla gelen hükmü neshetmekte, yani geçersiz kılmaktadır.

 

3) Tırnak Kesme 

Fakihler ihramlı kişinin tırnak kesmesinin yasak kapsamına girip girmeyeceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Çoğunluğa göre giyinme, güzel koku sürünme ve tıraş olmaya kıyasla, ihramlı iken el ve ayakların tırnaklarını kesmek de cezayı gerektirir.

Tırnak kesme konusunda fakihlerin detay mahiyetinde bazı açıklamaları şöyledir:

Hanefîler tırnak kesme hususunda “İhramlı kimse ancak bir elinin tırnaklarının tamamını keserse ceza olarak kurban kesmesi gerekir.” demişlerdir. Şayet her elinden dörder parmağının tırnağını kesse bile kurban gerekmez. Çünkü bu durumda tereffüh tam olarak sağlanmamıştır. Fakat her elinden kestiği tırnak başına bir ceza, bir tırnağı keserse bir sadaka, ikisini keserse iki sadaka gerekeceği görüşündedirler.[38]

El ve ayakların bütün tırnaklarının aynı zaman ve mekânda bir defada kesilmesi hâlinde bir dem (koyun veya keçi) gerekir. Ayrı ayrı yerlerde kesilmesi hâlinde ise her bir el ve ayak için ayrı ayrı dem gerekir. Kırılan tırnakların koparılması veya kesip atılması hâlinde herhangi bir ceza gerekmez.[39]

Hanefîlerin görüşü, İbn Abbas (r.a.)’dan gelen rivayete dayanmaktadır. Ayrıca tırnakları kesmek, kirliliği giderme vesilelerindendir. Çünkü tırnakları kesme, başı tıraş etme gibi, süslenme ve rahatlama anlamı taşıdığı için bedenden çıkan şeyleri gidermek demektir.[40]

Mâlikîlere göre tırnak kesmenin hükmü, saç tıraş etmek gibidir. Fidye ancak sıkıntı giderildiği takdirde gerekir. Mesela bir parmağın tırnağı kesildiği takdirde sıkıntı giderilirse kurban gerekir. Şayet sıkıntı giderilmediği takdirde bir avuç yemek vermekle yetinilir. Şayet iki tırnak veya daha fazlasını keserse kurban kesmesi gerekir. Şankıtî Advâu’l- Beyân adlı eserinde bu görüşün doğru olduğunu teyit etmektedir.[41]

Şâfiîler ve Hanbelîler ise tırnak kesmenin cezasının, saçtaki gibi en az üç tırnağın kesilmesi hâlinde bir kurban kesmek olduğunu belirtirler. Bir tırnak için bir müd (832 gr), iki tırnak için iki müd sadaka gerekir. Şâfiîler ve Hanbelîler bu görüşlerini saçtaki duruma kıyas etmektedirler. Onlar Bakara suresi 196. ayetteki “Başlarınızı tıraş etmeyin.” ifadesinden baştaki saçları anlamaktadırlar. Onlara göre (ﺮﻌﺷ) denilebilmesi için en az üç tel saçın olması gerekir. Bu yüzden üç ve daha fazla saç telinin kesilmesinden dolayı fidye gerekir.[42]

Tırnak kesme için ceza öngören fakihler gerekçe olarak ihramlının rahatlaması ve dağınıklığını gidermesini göstermişlerdir. Hâlbuki Hz. Peygamber ihrama girerken saçını telbîd yapmıştır. Yani içine bal karıştırılmış bir madde ile saçının derli toplu tutulmasını sağlamıştır. Saçın telbîd yapılmasındaki maksat saçın düzenli kalması olduğuna göre, ihramlı kişinin bunu sağlayacak şeylerden dolayı cezaya maruz kalması düşünülemez. 

Hanefîlere göre ihramlı bir kimsenin, ihramlı veya ihramsız başka birinin tırnaklarını kesmesi sadaka-i fıtır gerektirir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ihramsız bir kimsenin tırnağını kesmek ceza gerektirmez.[43]

 

4) Evlenme ve Evlendirme 

İhramlı iken evlenme ve evlendirmenin yasak olduğuna dair herhangi bir ayet veya hadis bulunmamaktadır. Fakat mezheplerin konu ile ilgili farklı görüşleri vardır. 

Hanefîlere göre ihramlı kimsenin evlenmesinde ve evlendirmesinde bir sakınca yoktur.[44] Hanefîlerin bu konudaki delilleri şunlardır: Abdullah b. Abbas’ın rivayetine göre “Resûlullah (s.a.v.) ihramlı iken Meymûne ile evlenmiştir.”[45] Buhârî’nin bir rivayetinde şu ilave yer alır: “Resûlullah (s.a.v.) Umretü’l-kazâ sırasında ihramsız olarak Meymûne ile gerdek yaptı. Meymûne Serif’te vefat etti.

Yukarıdaki hadislerden de anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber ihramlı iken Meymûne ile evlendiğine göre, bu konuda bir yasaklama getirmenin dayanağı olamaz.

İhramlı kimsenin ihramlı olmayan kimselerin nikâh şahitliğini yapmasında bir sakınca yoktur. Şâfiî mezhebine göre ise ihramlı kimsenin nikâh kıyması veya evlenmesi haramdır. İhramlı velinin veya ihramlı kocanın veya kadının yapacağı her türlü nikâh akdi batıldır. İhramlı kocanın karısına dönmesi caizdir fakat mekruhtur.[46]


[1]  Buhârî, Hac, 21, Cezâu’s-Sayd, 13,15, İlim, 53, Sâlât, 9; Müslim, Hac, 1; Mâlik, Hac, 324-328; Tirmizî, Hac, 18; Ebû Dâvûd, Menâsik, 32; Nesaî, Hac, 28.

[2]  Buhârî, Hac, 21, Cezâu’s-Sayd, 25, İlim, 53, Salât, 9. 

[3]  Buhârî, Hac, 21, Cezâu’s-Sayd, 16, Libâs, 37; Müslim, Hac, 1, 4; Tirmizî, Hac, 19; Ebû Dâvûd, Hac, 32; Nesaî, Hac, 32. 

[4]  Buhârî, Hac, 21, Cezâu’s-Sayd, 16, Libâs, 37; Müslim, Hac, 1; Tirmizî, Hac, 19; Ebû Dâvûd, Hac, 32; Nesaî, Hac, 32. 

[5]  İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, c. 3, s. 465. 

[6]           Nûr suresi, 24:30. 

[7]  Serahsî, el-Mebsût, c. 4, s. 126.

[8]  Şirbinî,Muğnî’l-Muhtâc, c. 1, s. 519. 

[9]   Buhârî, Libas, 14; Müslim, Hac, 21; İbn Mâce, Menâsik, 19; Ebû Dâvûd, Menâsik, 32. 

[10]  Muvatta, Hac, 1.

[11]  Ebû Dâvûd, Menâsik, 32.

[12]  Buhârî, Hac, 21, Cezâu’s-Sayd, 13, 15. 

[13]  Serahsî, el-Mebsût, c. 4, s. 128. 

[14]  Abdulğani el-Mekkî, İrşadu’s-Sari, s. 341. 

[15]  İbn Kudâme, el-Muğnî, c. 3, s. 312. 

[16]  Ebû Dâvûd, Menâsik, 34. 

[17]  Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, Menâsik, 34, c. 8, s. 416, 2. dipnot. 

[18]  Ebü’l-Hasan Ali b. Ömer b. Ahmed Dârekutnî, Sünenü’d-Dârekutnî, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, t.y., c. 2, s. 294; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, c. 5, s. 47. 

[19]  Buhârî, Cenâiz, 19; Müslim, Hac, 93; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 84; Tirmizî, Hac, 105; Nesaî, Menâsik, 97. 

[20]  Muvatta, Hac, 13. 

[21]  Serahsî, el-Mebsût, c. 4, s. 127. 

[22]  Serahsî, a.g.e., c. 4, s.127. 

[23]  Müslim, Hac, 266. 

[24]  Müslim, Hac, 311. 

[25]  Ebû Câfer Muhammed b. Hasen et-Tûsî, İstibsâr fî mâ uhtilife minel-ahbâr, thk. Muhammed Câfer Şemseddin, Daru’t-Teâruf lil-Matbuât, (Beyrut: 1991) c. 2, s. 180-181. 

[26]  Buhârî, Libas, 14; Müslim, Hac, 2; Tirmizî, Hac, 18; Nesaî, Menâsik, 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 41 

[27]  Yahya b. Şeref en-Nevevî, Kitabu’l-İzâh fî Menâsiki’l-Hacci ve’l-Umre, 4. Baskı, Mektebet-i Enes b. Mâlik, (Mekke: 1996), s. 155-156.

[28]  Buhârî, Hac, 21; Müslim, Hac, 1; Nesaî, Menâsik, 8; Ebû Dâvûd, Hac, 352; Tirmizî, Hac, 19.

[29]  İbn Kûdâme, el-Muğni, c. 3, s. 278-279.

[30]  Nevevî, el-İzâh, s. 155-156 

[31]  Abdulğani, İrşadu’s-Sari, s. 334-336. 

[32]  Şirbinî, Muğnî’l-muhtâc, c. 1, s. 518.

[33]  Nevevî, Menâsik, s. 156-157 

[34]  Buhârî, Hac, 17, Umre, 10; Müslim, Hac, 6.

[35]  Buhârî, Hac, 7, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Tirmizî, Hac, 77; Dârimî, Menâsik, 10.

[36]  Müslim, Hac, 39; Nesaî, Menâsik, 41; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 38.

[37]  Buhârî, Hac, 144.

[38]  Kâsânî, Bedâi, c. 2, s. 194-195.

[39]  Serahsî, el-Mebsût, c. 4, s. 77; Kasânî, a.g.e., c. 21, s. 194.

[40]  Serahsî, a.g.e., c. 4, s. 77.

[41]  Sahnun, Müdevvene, c. 1, s 428; Şangıtî, Advau’l-Beyan, c. 5, s. 401 

42]  Şirbini, Muğni’l-Muhtâc, c. 1, s. 521; İbn Kudâme, el-Muğnî, c 3, s. 302-303.

[43]  Abdulğani el-Mekkî, İrşadu’s-Sari, s. 367; Nevevî, el-İzâh, s. 170; Mâlik b. Enes, Muvatta, c. 2, s. 186.

[44]  Serahsî, el-Mebsût, c. 1, s. 191.

[45]  Buharî, Cezâu’s-Sayd, 12, Meğâzi, 43, Nikâh, 30; Müslim, Nikâh, 46; Ebû Dâvûd, Menâsik, 39; Tirmizî, Hac, 24; Nesaî, Hac, 90.

[46]  Nevevî, el-İzah fi Menâsiki’l-Hac ve’l- Umre, s.167.